Kayıtlar

forever leaves of what lies beyond

Now I speak as my first words cut open what is my mouth And blow me into existence  That I yet to dwell on The hogweeds of a long-formed thought Hits me like thunder that it’s not Here I am, spiraling out  With forever raining leaves of a blood clout  Stepping in and out of something that  I can’t name though I long for  Shelling a flesh is whilst adopting what it bore As I am born a mere thought  Carving it to inanimate and shouting out loud  Until that’s the name I’m known for  Until I stand —still While fear of one little step devours me Drains, and spits me dry A leftover, crumbling to dust So defeated  So naïve I saw men try Men like me, already shattered Unlike me, refusing to be still With that littlest step they meet The fall that kills Another measure of height leap of faith is A forlorn hope it is.

Bir Milletin Otopsisi, Üçüncü Kısım - Faux Pas

Alman Edebiyatı'nın farklı dönemlerini işleyen kitaplarla çıktığım yolculukta, iki cihan harbini kendi üsluplarıyla inceleyen iki farklı kitabı ele aldıktan sonra, yirminci yüzyılın en büyük yazarlarından olan Günther Grass'ın Teneke Trampet'ini seçerken bir ırkın otopsisini incelemeyi umut ettiğimi söylemeliyim. Grass, Oskar karakteriyle bunu bize veriyorsa da oldukça dolaylı bir yoldan, oldukça sürreal bir dünya resmederek veriyor.  Oskar Matzerath hakkında öğrendiğimiz ilk şey, bizlere hikayesini bir tımarhaneden aktardığı. İlk anıları, dizlerinin üzerine oturttuğu teneke trampeti çalmak olan Oskar, artık öldüğünden emin olduğu 'bireycilik' hastalığına kapılmamak adına (zira herkes eşit derecede yalnızdır ve çaresizdir, bu da bizi bireyler değil, yalnız ve çaresiz bir insan topluluğu yapar), hayat hikayesine büyükanne ve büyükbabasının tanışmasından başlamanın en iyisi olduğuna karar verir. Büyükannesinin üst üste giydiği dört eteği detaylı bir anlatıma koyulduğu

Her Öykünün Sonu

Turuncu tebeşirden koşu pistinin içinde yürürken, kim bilir ne zamandır esmemiş olan rüzgarın saçlarımı kibarca okşadığını fark ettim. Ne bir kuş, ne bir böcek; az önceye sıkışıp kalmış rüzgar dışında uzun zamandır ben hariç hiçbir şeyin hareket etmediğini fark ettim. Bazen rüyalarımı yazarken yaklaşırdım bu gibi anlara: Çoğu rüyayı kendime anlatırken anlattıklarımı istemeden zihnimde tekrar görselleştirir, anlatırken eksik kalan, kaybolmuş ya da yarım kalmış detaylardan dolayı böyle hareketsiz sahneler yaratmış bulurdum kendimi. Çiçekli elbise giyen bir kadını anlatırken üzerindeki çiçekli elbiseyi zihnimde canlandırarak, görünürde hiç raftan çıkarılmamış hatta henüz dikilmemiş kumaşını, bütün gün giyilmiş bir elbise sanmak, rüyalara has bir eksiklikti. Bir sürü farklı fotoğrafı yan yana dizip bir hikaye uydurmak gibiydi rüyalar üzerine düşünmek. Sanırım fotoğrafların da rüyaların da ne zamandır yürüdüğümü bilmediğim bu pistte yürüyor olmayı andıran bir tarafı var. Kafamı kaldırsam ne

hava yastığı, dikiz aynası

çürüyen beyin        Kendime yabancılaşmak, kendimle bir hayli haşır neşir olduktan sonra yaşadığım bir kafa karışıklığıydı. İnsanların hayatında bir durak olmak demek, ki benim durumum da tam olarak buydu, insanlarla paylaşımda bulunup sosyalleşmek ne demekse onun tam tersiydi. Evsizlerin uyuduğu, köpeklerin işediği şeylerdi duraklar, benimki de benzer bir durumdu çoğu açıdan, işini gördüğüm insanların dikiz aynasına yansıyan gözleriyle arada bir buluşmanın anlamlı bir yanı yoktu. Arabama binen kimse benden bir şeyler koparmadı, kimileri çok kaba davrandıysa onlarla da ödeşmeyi becerdik, hiçbiri benim düşmanım değildi.       Sen de düşmanım değilsin, değilsin de, düşmanca şeyler hissettiriyorsun bana. Seninle bunu ve daha başka bir çok şeyi konuşmayı isterdim ama ne zaman dikiz aynasında gözlerimiz buluşsa, ben gözlerimi gözlerime kaçırıyorum. Gözlerimde artık şaşırmadığım ama bir türlü de sindiremediğim bir boşluk karışlıyor beni, içim çekiliyor yüksekliğimden. Atlayacak cesaretim de

Bir Milletin Otopsisi, İkinci Kısım - Savaş Bebekleri

Ve O Hiçbir Şey Demedi , Heinrich Böll Savaşın sokaklarında yürüdüğü Berlin, benim bu çalışma için seçtiğim dört kitaptan ikincisi olan Heinrich Böll'ün 'Ve o Hiçbir Şey Demedi'sinde öylesine gri, öylesine dumanlıdır ki, kitap cephede, tanktan tüfekten hiç bahsetmeden savaşın fenalıklarını vermeyi en büyük ustalıkla başaran kitaplardan biri olmuştur benim için. "Ya şimdi," sorusunu sormayı en son akıl edeceğimiz zaman, İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonrayı zaman olarak seçen bu kitap, evlilik, çocuk, kilise ve fakirlik gibi kavramları metaforlaştırmak suretiyle bize döneminin eleştirel bir gözlemini sunuyor. Oldukça kibar ama bir o kadar da kırgın bir kitapla karşı karşıyayız.  İki farklı anlatıcının sırayla konuştuğu bir kitap olan 'Ve O Hiçbir Şey Demedi', en temel açıdan yaklaşacak olursak, problemli bir evliliğin kitabı. Kitabın anlatıcıları olan Fred ve Kate Bogner, hikâyenin geçtiği hafta sonundan on beş yıl önce evlenmiş, savaş sırasında şehirl

18

Bir Milletin Otopsisi, Birinci Kısım - Kurşunla Ölmek

Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Eric Maria Remarque  Her milletin coğrafyaları ve tarihleri gereğince geçirdiği belli süreçler olur: Almanlar da bu konuda bir istisna oluşturmuyor. Bilakis, Avrupa medeniyetlerinin en köklü ırklarından(?) biri olarak Orta Avrupa'nın kültür ve sanat öncülü olma rolünde Fransa ve İngiltere'yle paydaş olan Almanya, pagan kökleri ve tarihleri boyunca tutuculuğa varan gelenekçi tutumlarıyla Avrupa (ve dünya) kültürüne bıraktıkları açısından niş bir yere sahip. Modern zamanların başlangıcında yaşamış dört Alman yazarın dört eseriyle bir milletin karakterini tayin etmeye çalışacağımız incelemen birinci kısmını bu yazarların belki de en naifi olan Eric Maria Remarque'a ayırdım.  Büyük Savaş'ın (henüz ikincisi meydana gelmediği için birinci dünya savaşının o günlerdeki adı buydu) olağan şüphelisi, hiç şüphesiz ki Alman İmparatorluğudur. Savaşın bilançosunun herkesçe oldukça ağır ödendiğine şüphe yok ancak dönemin en insancıl (humanitar